Sunday, April 26, 2015

Güney Afrika:Cape Town`dan Port Elizabeth'e

Uzun yolculukların tadı başka oluyor. Hele önceden planlamadan, otelleri ayarlamadan. akışa bırakarak,gün  ne getiriyosa onu yaşayarak, kah daha çok kalıp, kah devam ederek yapılan seyahatler çok daha heyecan verici...Benim  için buna en güzel örnek balayım diyebilirim.

Amma velakin, bu sefer rota Güney Afrika ve 9 yaşında bir oğlum var :) Bu yüzden 12 gün boyunca gidilecek 8 oteli, yapılacak aktiviteleri inceden planladım.Ve rahatlıkla ve mutlulukla söyleyebilirim ki %90 başarmışım.

Rotamız:
Cape Town-Stellenbosch-Touws River-Mosel Bay-Kynsa-Titsikamma-Jeffrey's Bay-Port Elizabeth


Cape Town'dan Port Elizabeth'e giden rotaya 'Garden Route' deniyor, Toplam 750 km. Biz üzüm bağlarıyla ünlü Stellenbosch ve Safari ( game drive diyolar) yapacağımız Touws River için bir U çizip, Mosel Bay'den katılıyoruz N2 Garden Route'a. Şoförümüz sevgili Fırat soldan ilk defa araba kullanacak olmanın heyecanını saklamıyor. 

İstanbul-Johannesburg-Cape Town toplam 12 saat uçtuktan sonra otelde yatay olmanın tarifsiz mutluluğu içindeyim. Uçakta Mandela'nın filmini seyrettim. Filmde geçen olaylar aslında o kadar yakın bir zaman ki, düşünün 27 sene hapiste gectikten sonra 1994'de başkan seçiliyor ve sonra bayrakları da değişiyor.Yeni bayrak çok daha karakterli ve renkleriyle ben Güney Afrika'yım diyor. Filmde özellikle bir sahne beni çok etkiledi. Siyah beyaz çatışması doruktayken, Mandela televizyondan siyahlara sesleniyor: ' Biliyorum benden intikam dememi istiyorsunuz, benden silah istiyorsunuz. Oysa benim size vereceğim tek cevap var, o da barış.' Bundan sonra şiddet bitiyor ve demokratik seçimlerle Mandela başkan oluyor. Bu kadar yakın bi zamanda nelerden geçmişler diye düşünerek ayak bastım Cape Town'a. Mandela'nın farklı posterleri sık sık karşıma çıkıyor ve farkediyorum ki yüzünde, gözünde  hep bi gülümseme. Mutluluk istiyor halkı için çok belli.

CAPE TOWN


V&A Waterfront'da arkamizi Masa dagina yasladik.
Neyse gelelim Cape Town'a. İlk defa turist gibi! çift katlı gezi otobüsüne binmek buraya nasipmiş. Kulaklıkta Türkçe bile var. İlk akşam yemek için taksiyle V&A Waterfront limanına gidiyoruz. V  kraliçe Victoria, A oğlu Alfred içinmiş, kocası Albert değil. Burası bir sürü restoranın, otelin, teknelerin, alışveriş merkezinin, hediyelikçilerin, ünlü akvaryumun, meydan konserlerinin, heykellerin olduğu büyük bir liman. Gece gündüz kalabalık, turistik ve güvenli. Yemekte yediğim ızgara bebek kalamarlar ise yumuşacık. Yerli balıkların isimlerini de hemen öğreniyoruz: Hake, Kingklip, Sole....olalala

Güney Afrika bayrakli tisortle Masa Daginda yuruyus.
Ertesi gün teleferikle 'Table Mountain' dağına çıktık.  Dağ şehrin sembolü, koruyucusu, kıymetlisi.   Teleferikteki numarayı bilmeyenler, güzel manzaralı cam kenarı kapma telaşında. Halbuki az sonra ayaklarimizin altındaki tekerlek dönmeye başlayınca herkes 'eşit' şekilde 360 derece görüyor manzarayı hahaha, çok güzel di mi?


Efe muthis bir foto yakalamis: Kus bakisi Cape Town'i seyreden kertenkele


Dag, ismiyle müsemma, Tepesi masa gibi dümdüz. Fynbos denen farklı ve çok zengin bir bitki örtüsü var, Bazen denizaltindaki mercanlara benzetiyorum. Dünyada sadece burda yetişen 2000 küsür bitki varmış. Kimbilir nelere iyi geliyodur ama meraktan ölmemek için denemedim.

Denklansore basan yine Efe: Dassy ile goz goze
 Yürürken, 'Dassy' denen fil familyasindan  ama daha çok tavşana benzeyen bir hayvan gördük. İlkönce 1 tane görüp sevindik, peşine düştük, meğer her yer dassymiş sonra anladık.

1000 metre yükseklikteki Masa dağında saatlerce yürüyebilirsin, yürüyerek inmeyi göze alırsan güneşi batırabilirsin. Manzara müthiş, okynanusu, koyları, şehri doya doya seyretmelik.

Camps Bay
Günes Camps Bay'de batarken...
Dönüşte otobüs bizi tepeden gördüğümüz koyların yanından geçiriyor, rüzgarı hissederek, okyanusu koklayarak gidiyoruz. Ertesi akşamüstü koylardan Camps Bay'e gelip okyanusa ayağımı sokuyorum. Başka bi soğuk, Yani soğuğun rengi başka, okyanus soğuğu sanırım :) Güneşi batırdıktan sonra tavsiye üzerine Codfather isimli balik+sushi restoranina gidiyoruz ve mutlu son:)
Codfather Restoran'da yer bulduk :) 


Green Market
Cape Town'da Green Market, Long Street civarında rahatlıkla dolaşıp, sokak müzisyenleri eşliğinde hediyelik satan açık hava pazarını gezebilirsiniz. Restoranların cafelerin dışarıya masa attıkları şirin sokaklar var.

Bo Kaap
Şehirde renkli renkli evlerin sıralandığı Bo Kaap civarında dolandık. Burası çeşitli yerlerden getirilen kölelerin yaşadığı yermiş, daha sonra Malay nüfus yoğunluk kazanmış.Minik minareli camileri görünce şaşırdık.
Fırat ve Efe 'Two Oceans' akvaryumunu gezerken, ben Afrika mağazalarında dolandım.

SIMONS TOWN-BOULDERS BEACH-CAPE POINT

Ve beklenen an geldi: Araba kiralayıp Cape of Good Hope yani Ümit burnuna doğru birkaç duraklı minik bi tur yapıcaz. Aslında böyle günlük tur düzenleyen şirketler var ama o kadar da turist değiliz :) Fırat soldan araba kullanmaya çabuk alışıyor, biz de devamlı hatırlatıyoruz.

En iyi balik icin Simons Town

Önce Simon's Town denen kasabaya uğruyoruz. İlk defa dalgasız rüzgarsız bir liman görüyorum. Otoparkçı adama nerde yiyelim diye sorunca bize 'Salty Sea Dog but nowhere else' diyor. Salaş ama deli gibi lezzetli balıkları mideye indiriyoruz. Ben 'Snoek' denen uzun kılçıkları olan bi balık yedim ve sonra başka yerde bulamadım. Efe 'hake fish'ini yedi.Fırat kalamar ve kingklip. Günü tamamlayıp akşam yemeğini de burda yedik sonra.





Boulders Beach
Benimle top oynar misin?
Karınlar doyunca penguenlerin peşine düştük. Boulders Beach aslında penguenlerin sahili, insanlar da arada takılıyo gibi. Okyanus burda sakin, kayalarla korunaklı. Ben kayalara da bayıldım. Penguenler süper cool, denize giriyolar, hooop çıkıp, pata pata arkadaşlarının yanına kayalığa çıkıp yüzünü güneşe verip saatlerce yukarı bakıyolar. Ayaklarımız denizde Efe'yle topla paslaşırken bi baktım 3 tane bıdık penguen arkamda yüzüyolar.Cape town'da yaşasan moralin bozuksa gel buraya bişiyciğin kalmaz.  Sahilden en son biz ayrıldık. Su yine soğuktu ama insaflıydı. Bu sefer dizimizin üstüne kadar sudaydık.









Cape Point: Ucuyoruuuz...
Cape Point Afrika`nin en ucu degilmis ama bizim gidecegimiz en uc nokta.Yolda babunlar geçiyor arabanın önünden. Vahşi ve saldırgan olduklarını okuduk, ö yüzden pek bulaşmıyoruz. Cape Point'e uzun bir yürüyüş-tırmanışla da çıkılıyor. Biz tabii ki raylı sistemi tercih ettik. Tepede bir deniz feneri var. Bi tarafın Hint bi tarafın Atlas okyanusu. Manzara müthiş. Haritada gördüğün en uç noktaya uzanana buruna  gözlerinle bakıyorsun.
Sen Hint ben Atlas okyanusu olayim Firadim
Hayatımda rüzgarın beni kaldırıp uçurabileceğini burada hissettim. Ağzın burnun ayrı uçuyo en tepede. Efe'ye yere sıkı bas, bi yere tutun dedim o kadar. Fotoğraf bile zor çektikten sonra dönüyoruz.
Bu baglar insani icmeden sarhos edebilir.
STELLENBOSCH
Artık güzel bir şarap molası verme zamanı...Stellenbosch meşhur üzüm bağları bölgesi. Cape Town'a 45 dakikalık mesafede. Şehirden şarap tadım turları var günlük. Biz kendimiz gidip 1 gece kalacağız. Kalacağımız Spier Otel, bölgede 1692'de kurulan ilk çiftlik. Tabii ki kendi bağları, şarapları, sebze meyve yetiştirdikleri tarlaları var. Odamıza golf arabasıyla gidiyoruz, Efe çok mutlu. Oda çok güzel, ferah, büyük, özenli, ince ayrıntılar var. Otelde her yerde Güney Afrikalı sanatçılara ait resimler var galeri gibi. Eight isminde gurme restoranı var. İstersen sana piknik sepeti hazırlıyolar, gidip ağaçlar altında oturuyosun. Restoranın da harika bir bahçesi var. Öğle yemeğimizi burda yiyoruz ve içiyorum. Havuzda biraz yüzüp oynadıktan sonra Efe'yi odada dinlenmeye bırakıp, biz Fırat'la bağları keşfe çıktık.  Mevsim sonbahara döndüğünden bağlar yeşilli kırmızılı ve gözalabildiğince gidiyor. Yol boyunca birsürü şarap çiftliğinden geçtik.


Afrikalilar esitsizlige tepki olarak pasaportlarini yakmislar
Otelin resepsiyonunun guzelligi
Adını okuduğum ve bilenlerin gidin dedikleri Graff isimli oteli gezelim dedik. Tabii hemen hemen her otelin kendine ait bağları ve şarapları oluyor. Graff beni benden aldı. Otel tamamen sanatla resimle heykelle bütünleşmiş. Uzun uzun gezdik müze gibi, çok etkileyici. Manzara büyüleyici, dağlara ve bağlara bakıyorsun ve başka hiçbirşey yok insan eliyle yapılma. Çok güzel teraslı bir restoranı var bu manzaraya bakan. Öğle yemeğine gelinmelik tam ama biz kaçırdık:( Napalım o zaman biz de şarap içeriz dedik ve Graff şaraplarından yudumladık.Bu arada Graff abinin asıl işi mücevhermiş, kendisi şu an Cenevre'de yaşıyor.


Lionel Smit"in muthis surat tablolari var.

TOUWS RIVER

Şimdi sıra Safaride..2 saatlik bir yolculuktan sonra Touws River'da Aquila tesisindeyiz. Safari öncesi öğle yemeğini yerken, önümüzdeki manzara yine dağlar ve ovalar. Ha bi de filler bu sefer :)
Efe balkonda keyif yaparken 


Odamız bungolow tipi, içinden merdivenle kat çıkılan çok şirin bi ev. Duşu dışarda açıkhavada yapmışlar, yıldızlara bakıp yıkanıyosun. Bu tür  konaklamalı safari yapan yerler var. Bunlara Private Game Reserve deniyor. İlk defa safari yapacağım için karşılaştırma şansım yok ama bence fena değildi. Big 5 içinden 4 tanesini yani buffalo, aslan, gergedan ve fili doğal ortamında gördük. Leoparı ise kurtarma merkezinde gördük. Evet bir de insanların kötü amaçlarla kullandıkları hayvanları kurtarıp getirdikleri bi merkezleri vardi.

Safari safari geziyorus

Mola zamani inip sarap ictik
Kamyonetten bozma safari aracında açıktasın! Vura çıka hayvanların dolandığı otlakların içinden gidiyoruz, toprak kırmızı, kiremit rengi, bitki örtüsü bodur, arada sulak alanlar var. 3 saat boyunca maceralı, heyecanlı bir safari yaptık. Buffalo sinirlenip safari kamyonumuza boynuzuyla vurdu. Aslanlarla burun buruna olmak, göz göze gelmek gerçekten korkutucu güzeldi.  Yerse 5 saniyeden fazla göze göze kal bakalım. Öyle bi bakıyo ki sarı sarı içini görüyo sanki . Gerçekten krallar yani.  Hele ayaklanıp şöyle yürümeye başlayınca aman aman oluyosun. Biz sadece bakmaya geldik gidiyoduk zaten...

Bunların dışında zebralar ve zürafalar romantik duygularımıza hitap ettiler. Gerilim filmindeki rahatlama sahneleri gibi. Hipopotamların suya ağır ağır girişine rast geldik, sonra sadece gözleri ve kafalarını sudan çıkarıp girmelerini seyrettik. Kalanlara özel yaptıkları sabah 6'daki ikinci turda uzaktan aslanların kükremesini duydum. Hayvanlar sıcak sevmediğinden bu saatlerde daha hareketli oluyolarmış. Kahvaltı sonrası, odanın, balkonun, manzaranın keyfini çıkarıp, tekrar yola koyuluyoruz. Iste fotografladigimiz guzel hayvanlar:









Araba ile giderken yol manzarasi
Touws River'dan Mosel Bay'e inen yolun doğası sanki her an güneş batıyormuş hissiyatı veren kırmızı, sarı, hardal, kahverengi renklerle bürünürken,Mosel Bay'den sonra birden her yer çam ormanları, yemyeşil oluyor. Ben ise daha önce hiç görmediğim kırmızı topraklı yolu sevdim. Sanırım N2'ye rakip olan üst paralel yol ki scenic route R62 deniyor böyle. Kendimi kah bir yol filminde kah bir belgesel filminde hissediyorum.




MOSEL BAY

Şimdi sıra Buyuk beyaz köpekbalığı ( White Shark) dalışında. Rotamız Mossel Bay. 2 gün kaldık. En sevdiğimiz yerlerden biri oldu. Tipik renkli balıkçı evinden yapılma otele bayıldım. Bi de sahibi demez mi kahvaltınız terasınıza gelecek, E daha ne isterim. Biraz erken saatte güne başlıyorlar o ayrı. Teras renkli balıkçı evlerinin arasından okyanusa açılıyor. Odamıza yerleştikten 5 dakka sonra kapı vuruldu, balkona çıkın, yunuslar geçiyor dediler.
Point Village Guesthouse
Yine terastan gün boyu bıkıp usanmadan dalga  surfü yapanları seyrettik. Okyanusu ve kocaman  dalgaların kayaya vuruşunu seyretmek insanın yüreğini kabartıyor. Efe'yle bolbol yastık savaşı yaptık ve ailecek Fusion denen kart oyununu oynayıp, dans ettik okyanus manzarasına karşı.


Firat kafese girip suyun icinde gorecek buyuk beyazi
Cok buyuk ve cok guzelsin.
Buyuk beyaz köpekbalığı ise tam bi macera, bilinmeze giden yol. Mossel Bay'de sadece bir şirket yapıyor bu işi. 1 gün önce çıkılan turda köpekbalığı görülmemiş, Japon turist saydırmış tripadvisorda. Yani bu işin garantisi yok. Bizim ise tek atışlık şansımız var. Mossel Bay'e çok yakın, yarım saat mesafede fok balıklarının yaşadığı adacığa gidiyoruz. Köpekbalıkları buraya gelirlermiş, yüzme öğrenmeye çalışan yavru fokları avlarlarmış. Foklar da az namussuz değil, adadan penguenleri kovup istila etmişler. Adaya yakın demir attık, yüzlerce fok kaotik bi şekilde keçi gibi ses çıkarıyolar.
Kanadalı rehberimiz anlatıyor: Senede 100 milyon köpekbalığı sadece yüzgeçleri için öldürülüyormuş, görgüsüz çinlilerin ve hong kongluların zenginlik göstergesi yüzgeç çorbası içmesi için, Güney Afrika'da yasakmış, Mozambik'de değilmiş, beyaz köpekbalıkları insan yemezlermiş, sadece tanımak amacıyla ısırır bırakırlarmış. Rehber bize bunları anlatırken, bi yandan da çeşitli numaralarla köpekbalıklarına sinyal gönderiyo diğer kadro. Asıl işi bilen bir local abi var. Elinde bi ip, ipin ucunda kafam kadar ton balığının kafası. Suya şaplatıp daldırıyo, Sese çağırıyor, bekliyoruz!! 1 saat oldu hala bişey görünmedi, umutsuzluk biraz ağır basmaya başladı ama bakıyorum siyah abi pes etmiyor. Görüş mesafesi de çok fena, güneş de yok şansımıza. Gelir mi gelmez mi derken, 3,5 metre kadar bi köpekbalığı hop diye kapmasın mı tonun kafayı. Hepimiz çok mutlu olduk ama. Fırat ve 6 kişi kafese girdi, haydi bi daha gel bi daha bi daha derken 10 tane ton kafasını mideye indirdi ama bize de inanılmaz güzellikte görüntüler verdi. Rehberin dediğine göre 3 tane görmüşüz. Sakın Mozambik tarafına gitmeyin, buralarda yüzün e mi, sizi seviyorum.



WILDERNESS

Blue Olive yagmurdan kacarken iyi ki seni bulduk
Wilderness'a yukardan bir bakis

Yol filmine devam... Bir sonraki durak Knysa.
Ama öyle bi yağmur yağıyor ki gitmek mümkün degil. Yol üstünde gezeceğimiz durakları kara kara düşünürken, gezimizin en güzel restoranlarından birine tesadüf ediyoruz. Yağmurdan kaçarken girdiğimiz restoran ya da cafeler niyeyse hep güzel oluyor diye geriye sarıyorum biran. İsmini pek beğenip yakıştırdığım Wilderness, upuzun kumsalıyla ve tabii ki dalgalı okyanusuyla meşhur. İşte burada Blue Olive'de yedik içtik. Atmosfer güzel, duvarda yerli ressamlardan çeşitli portreler. Ben  roze şarabımı ısmarlamışım, Fırat Castle Lite birasını.  Balığım ızgarada sole fish. Efe de makarnasına kavuşmus. Hem de bara gidip televizyonda maç eşliğinde. Servis yavaş ama acelemiz yok:)Islak ve telaşlı olarak girip, mutlu ve kuru olarak ayrıldık.
Map of Africa : handmade by nature
Arabayla biraz yukarda ' Map of Africa' denen yere çıktık. Burdan aşağıya bakınca alabildiğince yeşil bir orman ve kenarından akan nehirlerle doğal olarak çizilen Afrika kıtasını görüyorsun. Diğer tarafta ise Wilderness tüm okyanusuyla ayağımızın altında. Hava kötü olmasa paragliding yapanları seyredebilecektik.

TENEKE EVLER
Yol belgeselimizde beni etkileyen, şaşırtan ve düşündüren bir görüntüden bahsetmek isterim. Arabayla herhangi bir merkezden ayrılıp yola katıldığımızda sağlı sollu kilometrelerce uzunlukta teneke evler görüyorum. Bizim varoş mahalleleri gibi milyonlarca ama baraka ev, teneke ev. Tek göz odalı,tek katlı, minik minik yan yana evler.  Bazılarında  elektrik direkleri var, çoğunda yok, aralarda çamaşırlar asılmış, tozlu yollarda çocuklar oynuyor.Uzaktan bir bütün olarak bakınca  renkleri, görüntüsü  pitoresk bile diyebilirim hatta bu görüntüyü resimlerde, el sanatlarında  gayet güzel yansıtmışlar ama nasıl bir hayat yaşıyorlar, içerde dertleri ne mutlulukları ne hiç bilemiyorum. Apayrı dünyalar. Belki de restoranda bize servis yapan garson, ya da odamızı temizleyen teyze burdan gidip geliyolar hergün. Ve bu teneke evlerde yaşayan milyonlarca siyah insan Mandela'yı başkan yapan. Acaba kendilerini eşit hissediyolar mı şimdi? Düşmanlık bittiyse bu tehdit, bu hırsızlık, bu korku, bu güvensizlik ne? Mandela çıkarıldığı mahkemede bakın ne demiş: “I have fought against white domination, and I have fought against black domination. I have cherished the ideal of a democratic and free society in which all persons live together in harmony with equal opportunities. It is an ideal which I hope to live for, and to see realized. But my lord, if needs be, it is an ideal for which I am prepared to die.” Öyle düşünüyorum ki idealine tamamen kavuşmuş gözükmüyor maalesef.




  KYNSNA


'The Islander Knysna Guesthouse' terasinda mutlu saatler
Kynsna'ya vardığımızda hava kararmaya başlamış, yağmur durmamıştı. Ama otel nefisti. Tam Fırat'ın hayal ettiği gibi yağmurda saatlerce oturup dinlenilecek dekorasyon dergilerinden fırlama bir terası vardı.







Ocean Basket: Ucuz, lezzetli yerel baliklarini yiyebileceginiz zincir restoran
Akşam Knysa'nin limanına gittik. İnanılmaz fırtınalı bir yağmur vardı. Ve Ocean Basket'i keşfettik. Meğer zincir balık restoranıymış ve de Yunan soslu. Gerek kağıttan mavili beyazlı masa örtüleri, gerek menüdeki cacıki, greek salad  gibi dokunuşlar yunan parmağının güzel işaretleriydi. Bir kez daha helal olsun dedik.  Ertesi gün hava açmıştı. Ama biz yağmur var diye 2 geceyi 1'e indirip yola devam etme kararı almıştık. O gün terasın tadını epey çıkardık. Göz okşayıcı, beyin dinlendirici renkler, koltuk, önünde uzanan çimenlik ve bahçe, kuş sesleri mest etti bizi. Zor da olsa bırakıp etrafi gezdik.


The Heads'de Hint okyanusu arkamizda
Kynsna golu ve arkada okyanusun daralip iceri girdigi The Heads
Kynsna aslında okyanusun iki dağ arasından geçip göl oluşturduğu bir yer. İşte bu gölde 2 ada var ve otelimiz karaya köprüyle bağlanan adanın üstünde ve  sanırım zenginlerin belki de beyazların yaşadığı bir ada. Zaten adı ' Leisure İsland'. Adanın etrafında şöyle bi yürüyüş yapınca gördük ki gölde gel git olayı var. İnsanlar bataklığın üstünde yürüyormuş gibi. Sonra uzakta  'The Heads' denen iki dağı yani iki kafayı gördük ve arasından sızmaya çalışan okyanusun dalgalarını.The Heads'e arabayla gidiliyor ve yukardan bakınca daha iyi anlaşılıyor  Kynsna , dağlar, göl, okyanus ve  gelgit. Sabah insanların yürüdüğü bataklıkta şimdi gemiler geziyodu. Tekrar limana gidip biraz alışveriş yapıyoruz, güzel dükkanlar var ve hava açıkken dışarda masada bir Ocean Basket daha yapıyoruz:)

TSITSIKAMMA

Kynsa -Tsitsikamma arası yaklaşık1 saat. Tsitsikamma  büyük ulusal parklardan biri, içinde bir çok aktivite mevcut. Biz ise asma köprü geçeceğimiz yürüyüş parkuru, şelale göreceğimiz  parkuru ve  dünyanın en yüksekten  bungeejumping yapılan köprüsünü görmek istiyoruz.
Varışımız yine akşamı buluyor. Tsitsikamma'da kaldığımız oteli en kötü konaklama yeri seçiyorum. Ama burda kalmasaydık, o gece gittiğimiz en kitch Güney afrika pizzacısını da yaşamamış olacaktık. Sanki teneke evlerden birine misafirliğe gelmiş gibiyiz. İçerde odun fırınının başında 1 siyah abla, barda başka bi siyah abla ve gelenlerin çoğu backpackers denen tipler. Televizyonda 80'lerin klipleri dönüyor ardarda,eskiden ne güzel ne naifmiş klipler. Burayı zamanın dışında, kendi zamanında yaşayan nadir ve güzel yerlerden biri olarak hafızama taşıyorum. Adını soracak olursanız, sanırım The Pub.
Mum isigi altinda pizza acan Afrikali kadin

Ertesi sabah Bloukrans Bridge'den  bungeejumping yapanları seyredebileceğimiz cafeye kahvaltıya geldik. Biz yumurtaları hüpletirken onlar  216 metre yükseklikten atlatılar. İçerde televizyondan canlı yayın da yapıyorlar. Efe'ye burda verdiğim nasihat şu oldu: Oğlum, bu tür şeyleri 30 yaşına gelmeden  yaparsan yaptın, sonra biraz kasıyo insan. Seyrederken bile bi fena oldum ben.


Storms River"in okyanusla birlestigi agiz



Artık Storms River Mouth'da yürüyüşe hazırız. Storms River Doğu ve Batı Cape sınırı ve bu nehirin okyanusa karıştığı yerde bir asma köprü var. Orman içinde yapılan tahta patikadan yürüyerek köprüden geçiyoruz, kolay ve romantik bir parkur. Bizden 1 gün önce yağan fırtınalı yağmurdan dolayı 6 kmlik şelaleye giden yol kapanmış ama anlıyoruz ki kapanmasa da üzerimizdeki kıyafet ve ayakkabılarla yapılacak türden bir parkur değil. Okyanusun yanından kayalardan atlaya zıplaya gidilen bir yolmuş. Diğer durağımız  'Big Tree'. 1000 yaşındaki Yellowwood ağacının heybeti karşısında saygıyla eğiliyorum. Gövdesi 36 metre, dallar ondan sonra başlıyor.
Kirmizi kayalar
Big Yellowwood _Tree
JEFFREY'S BAY
Yavaş yavaş seyahatin sonuna yaklaşıyoruz. Sondan ikinci durağımız Jeffreys Bay. Bu civarlar biz görmedik ama  surfcülerin cennetiymiş. Bizim evimiz tepeden okyanus manzaralı, ev çok büyük ama biraz eski. Sahilde  Efe ve Fırat mini golf oynadılar, ben de skor tuttum. Ocean Basket'da yemek yedik. Onun dışında da pek bişey yoktu. Ben güneşin okyanusa batmasını hayal ediyodum ama yanılmışım. Ertesi günkü kahvaltıcımız kendine has bi yerdi. Bi tarafı çamaşırhane, bi tarafı cafe, içinde hediyelik  var. Kahvaltısı gayet iyiydi. Efe kahvaltı niyetine hamburger yedi.

PORT ELIZABETH-ADDO ELEPHANT PARK

Son günümüze planlı bi aktivite koymamıştım. Port Elizabeth'e yakın Addo Elephant Parkı okumuştum.

Bu parkda fillerin gecis ustunlugu var.
Efe'yle de fillere binmek istediğimden haydi dedik gidelim. Gidince gördük ki, fillere burda binilmiyormuş, başka bi yerde varmış fakat yollar çok çamurlu olduğundan bizim araba oraya gitmezmiş. E burda ne var dedik. Kendi arabanızla safari yapıyorsunuz, parkın içinde çeşitli yollar var, saat 4'e kadar dolanıyorsunuz dediler. Safari jipleriyle tur da alınıyor ama onu zaten yapmıştık. Atlıyoruz kiralık arabamıza, elimizde harita başlıyoruz parkta dolanmaya. Burada hayvanlar 3er 5er değil sürü halindeler.

Buffalo surusu gorunce epey heyecanlandik.
Fil, buffalo , zebra, her cins geyik sürüsü arabamızın yanından belgesel tadında geçtiler. Manzaralar, renkler müthiş. Kendi safarini yapmanın da heyecanı bi başka oluyor. Elimizdeki haritada olası görme noktaları var. Aslanların evinde yani sazlığında mı desem baya bi dolandık, ama göremedik. 4 saat araba kullandı Fırat ve bi geçtiğimiz yerden bi daha geçmedik, o kadar büyük bi alanda park. Arabadan inmek yok, sadece belirlenen dinlenme alanı var orda iniyosun, elektrikli kapılardan geçip. Vahşi hayatın ortasında arabayla gezdik şaka maka.
Bu da cok lezzetli denen bir domuz cinsi

Zebra benim hayvanim.


Port Elizabeth'deki otele vardığımızda Fırat tam anlamıyla yorgunluktan bayılmıştı. Sanırım ilk defa kolunu bile kıpırdatamadan yattığı yerde kaldı. Ben 12 günlük bavulumuzu yaptım, Efe defterine kendi geliştirdiği 'Rille' dilinin sözlüğünü yazdı. Sanırım Afrikancadan etkiler var.
Sabah kahvaltımızı otelde yapıp, havaalanına doğru yola koyulduk. Afrikan havayoluyla Johannesburg, ordan THY ile 9 saat sonra İstanbul. Uçakta 'The Butler' filmini seyrettim. Siyah halkın direnişi arka planıyla, siyah bir adamın 8 Amerikan başkanına hizmet, kahyalık etmesini anlatmış.

Dönüşte öğreniyorum ki Güney Afrika'nın %80'i siyah. Ve içimde bol bol Afrika ile ilgili, Amerika'daki siyah hareketle ilgili  okumak,  fotoğraflara bakmak, belgesel seyretmek, film seyretmek isteği...Mesela Güney Afrika'lı fotoğrafçı David Goldblatt'ın fotoğrafları müthiş. Graff'da resimlerini gördüğüm Lionel Smit'in yüzlerini çok sevdim. Ya da vizyona girecek olan Selma adli filmi iple çekiyorum. 'Out of Africa'yı yeniden seyrettim. Youtube'dan Mandela'nın, Martin Luther King Jr.'ın  konuşmalarını dinledim.

Güney Afrika'dan, kültüründen, tarihinden, doğasından, insanından, hayvanından etkilenmemek mümkün değil. Ben hala Afrika'nın tesiri altındayım. Bazen su içerken gözlerimi kapatınca okyanusu görüyorum, ağaçlıklı bi yolda yürürken sarı kırmızı otlaklarda zebraları, aslanları düşünüyorum, oniks taşlı bilekliğime bakarken siyah gözlü güzel kadınları geliyor aklıma.

 Afrika günahınla sevabınla seni seviyorum. Senin için Mandela'nın çok güzel söylediği gibi sevgi diliyorum: "No one is born hating another person because of the colour of his skin, or his background, or his religion. People must learn to hate, and if they can learn to hate, they can be taught to love, for love comes more naturally to the human heart than its opposite."

5 comments:

  1. Edim sen bu gezi yazılarını bir kitapta topla bence, şahane olmuş gene�� Kültür, sanat, tarih, doğa, insan, mizah...ne ararsan var ama hadi ben gene top 10'imi yazayım��(seçim yapmak zor oldu ama ilk aklıma gelenler...telden yazıyorum;)
    1-Hikaye kahramanlarından birinin okuyucuya uzun süre şoför olarak tanıtılmAsı ve ilerleyen zamanda sürpriz bir şekilde ön plana çıkarılması okuyucuda merak uyandırdı��
    2-Efe geleceğin ümit vadeden fotoğrafçılarından biri
    3-Camps Bay'de G.A'nın şahane şaraplarından biriyle gün batımı enfes olur!
    4-Bo Kaap evleri, çok renkli, neşeli, orada olmak istedim!
    5-Nihayet Şebo'nun da soğukmuş dediği bir deniz pardon okyanus çıktı�� ("Sen Hint okyanusu ben Atlas okyanusu olayım" sözü size çok yakışmış��)
    6-Penguenler sadece kutuplarda olmazmış�� Big 5'tAn da alırım bi dal��Doğa müthiş etkiledi beni! Lion King bile etkilerken beni...demek bunlar sadece belgesellerde olmuyormuş, gerçekmiş��
    7-Sanatı ve sanatçıyı önemseyen Graf abiyi sevdim. Lionel Smit hoşmuş...
    8-Çocukluğumun korkulu rüyası Jaws abiyi bu videoyla hatırladım ama esas korkulacak olanın yüzgeçleri için köpekbalıklarını öldüren insanlar olduğunu bir kez daha anladım.
    9-Kynsna guesthouse için ben de Fır'la aynı yorumu yaptım!
    10-Bloulrans Bridge'de Efe'ye verdiğin nasihat, 10 numara 5 yıldız��
    Mandela'nın barış ve sevgi mesajlarını okuyucuya çok naif bir şekilde yansıtan yazarımızı alkışlayarak, Güney Afrika'yı 40 yıllık seyahat plan listeme ekliyorum��

    ReplyDelete
  2. Böyle tatlı ve dikkatli okurum yorumcum olsun yazarım elbet. Ben de senin yorumlarına 10 numara 5 yıldız verdim Büdüm. Demek senin listeye koymamışım ha, pardon. Önlerde bi yer açalım kendisine:) teşekkürler.

    ReplyDelete
  3. Şebnem'cim harika olmuş. Sen gezerken çok zevk almışsın belli, okuması da bir o kadar eğlenceli olmuş. Çoook beğendim. Bakalım benim kaç yıllık gezi programıma dahil olacak, elimde olsa hemen gidip-görmek isterim. Teşekkürler canımcım 👏👏❤️😘

    ReplyDelete
  4. Nurdan'cım seni burda görmek ne güzel:) inşallah bir gün gidersin sen de, ama önce Salzburg-Basel lütfen😉😉

    ReplyDelete
  5. Selam,

    Monkey island, Birds of Eden ve Jeffreys Bay'de Wallskipper restaurantta mutlaka gezilmeli.

    ReplyDelete