Saturday, November 23, 2013

NEW YORK


Büyük şehirleri severim.İstanbul, Berlin, Londra, Paris benim için büyük şehirdir. Peki ya New York! New York için büyük kelimesi çok küçük kalıyor bence. New York şehri 5 parçadan (borough) oluşuyor. Manhattan bu 5 parçadan biri ve çoğu gezilesi görülesi yerler burda.Biz de bir sabah Brooklyn Borough'da yaptığımız kahvaltı dışında  12 gün boyunca Manhattan denen uzuun dar dikdörtgende kah 'uptowm' kah 'downtown' geziyoruz. New york'da turist olmak önce metro sistemini sonra avenue-street sistemini anlamaktan geçiyor. Başta herşey çok karışık gibi gözükse de insan New York'a bile alışıyor :)


Geziyi yazıya dökmeye gelince bölümlere ayırmanın hayırlı olacağını düşündüm:  Gezintide, Binalarda, Sanatta, Gösteride,Yemekte ve NY'un Meşhurları bölümlerine buyrunuz:

Gezintide:
  
Rockefeller Center: Otelimize çok yakın olduğu için ilk günün yorgunluğuyla kendimizi buraya attık. Şu ünlü Yılbaşı ağacının dikildiği meydanın da olduğu bir çok plazadan oluşan bir merkez burası.  Efe de Madagaskar Penguenlerinden biliyor burayı :) Rockefeller büyük bunalım sırasında  inşa etmeye başlamış ve o dönemde büyük bir iş olanağı sağlamış.Altın kaplama Prometheus Heykeli ve Atlasın da aralarında olduğu 30 tane sanat eseri serpiştirmişler. NY'u tepeden seyretmek isteyenlere 'Top of The Rock' burda. Biz çıktık etkilendik. Central Parkın tamamanı  kuş bakışı görmek, Empire State ile aynı hizada olabilmek heyecan vericiydi.


Özgürlük Heykeli: Havanın güzelliğini fırsat bilip ilk günden kendimizi Hudson nehrinin kollarına atıyoruz ! Tabii ki tekneyle. Tekneyle Manhattan'dan uzaklaştıkça, arkamızda kalan gökdelenler manzarasına daha hakim oluyorum. Uzunu kısası, güzeli çirkini hepsi bir arada dimdik ve uyum içinde gözüme güzel geliyor,  Daha hangi binanın ne olduğunu bilmiyoruz, üç boyutlu kocaman bir tabloya bakar gibiyim. Bu arada Özgürlük Heykelinin olduğu adaya doğru yaklaşıyoruz. Heykeltraşı Bartholdi bizim civarlardan, Colmar'lı. Yeşil rengi, serin duruşu ve boyutuyla şanına yaraşır bi şekilde etkileyici. O akşam öğreniyoruz ki biz laylay lom dolanırken, Obama  bütçesi onaylanmadığı için çok kızmış ve  Özgürlük Adası bir süreliğine kapatılıyormuş.
  

High Line: Artık kullanılmayan boş bir tren hattını boydan boya yani raylar boyunca uzun bir yeşil  parka dönüştürmek kimin aklına gelir? Ve tabii şimdi sanatın dolandığı, değişen etkinliklerin olduğu yaşayan bir yol-park. Ayrıca sokak seviyesinden üstte olduğunuz için bakış açınızı da değiştiren bir yol. Güzel bir yaratıcılık örneği. Biz de aheste aheste gidiyoruz rayların yanından...




Central Park: Aslında bu park gezilmez yaşanır ama napalım biz turistiz. Bisiklet arabalardan  biriyle anlaşıp gezdir bizi diyoruz. Rehberimiz Obama da bizi Central parkın en görülesi noktalarına götürüyor.Öğreniyorum ki bu park tamamen insan eliyle yapılmış, önceden bataklık bir araziymiş. Doğal görünsün diye mimarisi  inişli çıkışlı, kayalıklı. Sıra sıra dizili binlerce banktan bir yol sarmış parkın içini , her an oturabileceğin.Bu bankları istersen satın alıp birine hediye edebiliyosun, teşekkür edebiliyosun ya da birini anabiliyosun, sana kalmış.Bethesda Çeşmesine inen merdivenlerin altında, kolonların arasında huu huuu deyip akustiği beğenince rehberimiz burda genelde aryalar okunur diyor. Parkın içinde konser sinema tiyatro için alanlar mevcut. 


 
Filmlerde çokca gördüğüm Bow Bridge kısa ama çok romantik beyaz bir köprü.
John Lennon'un yaşadığı ve öldürüldüğü Dakota apartmanındaki evinin penceresinden gördüğü alan şimdi ' Strawberry Fields' olarak geçiyor. 


 İmagine şarkısı eşliğinde Central Parkdan ayrılıyoruz...

Başka birgün  Fırat bizi Central Parkın Reservoir denen gölüne götürdü. Gölü çevreleyen parmaklıklara gelene  kadar gözlerimizi kapattırdı ve sonra açtığımızda önümüzde kocaman durgun bir su ve suyun öteki yanında uzakta binaların silüetleri nefes kesiciydi. Gölün etrafını saran koşu-yürüyüş yolunu tek yön yapmışlar, hoşuma gitti. Güneşi göl etrafında yürüyüş yapıp dingin manzarayı seyrederek batırdık. 



Central Park Zoo: Central Park içindeki küçük hayvanat bahçesi.Efe'nin listesindeydi. İkimiz de çok sevdik ki ben hayvanat bahçelerini sevmem. Ama burası hayvanları kasmayan bir yerdi. Penguenleri seyrederken yanımıza yaklaşan görevli bize oracıkta bilgiler verdi. 



Deniz aslanlarını besleme saatinde balıkları önlerine atıp atıp gitmediler, o sırada hayvanların bakımlarını da yaptılar, onları okşarken severken vücutlarını derilerini incelediler, günlük alıştırmalarını da yaptırdılar, bi yandan da bilgi verdiler. Hayvanlara değer verdiklerini düşündüm. Zira Wildlife Conservation Society'e bağlılarmış. ( www.wcs.org)

Brooklyn Bridge: NY'da en çok neyi sevdin sorusunun cevabıdır. Sanırım üzerinden yürünerek geçilebilen köprüleri seviyorum.Özellikle tahtaysa!


Brooklyn'i ile Manhattan'a bağlayan köprüm( benim!) alttan arabaların, üstten yayaların ve bisikletlerin geçtiği çok yoğun bir trafiğe sahip. Nitekim gezimizin sonunda bir bisiklet Efe'ye çarptı ve çok ucuz atlattığımız bu kaza sonrasında bisikletle yaya yolunun kesin olarak ayrılması gerektiğini düşündük. Köprümün giriş kapıları çok heybetlidir. İlk çelik köprü olarak 1883'de bitmiştir. Biz arabayla Brooklyn'e geçtik sabahtan ve önce Ayşe ile  süper bir kahvaltı yaptık. Sonra arabayı (chrysler değil) yangın pompasının önüne park edip( gece döndüğümüzde cam sileceğine yapışık kağıt hiç hayra alamet değildir zaten) köprüye doğru başladık yürümeye. Brooklyn tarafında nehrin sularına da dokunabildik. Güzel bir park ve yürüyüş yolu yapmışlar kıyıda ve tabii köprüler ve Manhattan manzaralı!
 Köprüm fotoğraf çekmeyi sevenler için bir cennet, o kadar çok değişik açı var ki bütün gün fotoğraf çekebilirsin. Yaya yolunun altındaki seviyeden geçen arabalar mesela tam bir baş dönmesi hissiyatı veriyor, sonra halatlar arasından geçişler, karada binaların yükselişi, hemen yanındaki Washington köprüsü ne ararsan var. Velhasıl ben çok sevdim Brooklyn Köprüsünü.


Bryant Park: NY'un sevdiğim bir huyu var. Parklara ya da binalar arasında kalan boşluklara masa ve sandalyeler koymuşlar. İnsanlar oturup dinleniyor ya da bişeyler alıp getirip yiyor, ya da kitap okuyor, yazıyor, serbest. Buralara public space deniyor. Ben ilk defa NY'da rastladım böyle bir uygulamaya ve çok hoşuma gitti.
Ben de bir sabah Paul'den sandviçimi çayımı alıp, Bryant Park'daki güzel masama oturuyorum. Kütüphanenin arka bahçesi gibi olan bu parkı çok sevdim. Şehrin en civcivli yerinde durup dinlenebileceğin bir yeşil alan. Hatta bu yeşil alanın altında kütüphanenin deposu yani kitaplar olduğunu bir yerde okumuştum. Yattığınız çimenlerin altı kitaplarla dolu düşüncesi de şaşırtıcı değil mi? Oturduğumuz masaların üstünde çeşitli oyunlar vardı, monopol, scrabble, iskambil, domino gibi. Meğer oturup oynayabiliyormuşsun istediğin kadar. Efe'yle bayağı bi kaptırdık oynadık orada. Bu tür küçük dokunuşlar şehri güzelleştiriyor.

Times Square: Gündüz ve gece farketmeksizin, neon ışıklı tabelalar,dev ekranlarda dönen reklamlar, fragmanlar bombardımanı altındayız. Bu meydanda kaç tane ekran var acaba? Efe'yle ilk kez gündüz gittik ve ortaya konmuş masalarda oturup etrafı seyre daldık.







Binalarda
Empire State: Efe'nin favori binası bu oldu. Her nerde ne zaman görse heyecanlanıp gösterdi bize. Nitekim daha sonra kendisi binayı kara kalem çizdiğinde ne kadar ayrıntılı incelemiş olduğunu gördüm. Kulaklıktaki rehberin dediğine göre ikiz kuleler yıkıldıktan sonra Empire State çok daha kıymetli olmuş NY'lular için. Güç ve ayakta durmanın simgesi olmuş. 86. katına asansörle yüreğimiz hooop edene kadar çıktık. Burdan da manzara şahane. Kartpostallardaki gibi Manhattın'ın en ucunu ve oraya birikmiş gökdelenleri görüyorsun. Times Square tepeden bile o kadar cırtlak ki hemen farkediliyor.

Chrysler Building: Bu da benim binam. Daha sonra Efe'nin gözlerine chrysler takma adını koydum. Çünkü pırıl pırıl ve külahı geceleri aydınlatılınca çok güzel görünüyor. Baba Fırat, Efe sevinsin diye verilen Chrysler arabayı Mercedes'le değiştirmiş kiralarken. Nerden bilsin oğlunun Chryler'e kaptıracağını gönlünü. Neyse kulenin ünlü ışıl ışıl külahının bir araba radyatörü ızgarasına benzetildiği bilgisini verip babayı daha fazla üzmeden kapatalım bu konuyu.
 
Flatiron Building: NY'da  avenue, street derken  meydana yer kalmamış. Meydandaki kafede buluşma, meydana çıkma, meydandaki parkda yayılmaca gibi kavramlar eksik kalmış. Yine de yok değil. Bir gün de Efe'yle meydanların peşine düştük. Hem görmek istediğim Flatiron binası da işte bu meydanelerden birinde. Binanın mimarisi çok enteresan. Ben Titanik gibi bir geminin başına benzettim. Bazıları da adı gibi ütünün ucuna benzetmişler. 1902 yılında yapıldığında herkes yıkılacak zannetmiş. Ancak kimse içinde çelik iskeleti olduğunu bilmiyormuş. Bu yeniliğiyle gökdelenlerin habersisi olarak önemli bir bina.Madison Square'in( Madison Meydanı) köşesini senelerdir beklemekte. Yeni tip plaza görünümlü cam kaplamalı gökdelenlerin yanında dış görünümü kum taşı renginde olan bu tip yüksek binalar çok daha estetik ve güzel bence.

Chelsea Hotel: Patti Smith 'Çoluk Çocuk' adlı kitabında bu otelde yaşadığı zamanları çok güzel ve ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır: Burası bir gecelik otellerden değil, insanların ve daha çok sanatçıların minik odalı evleri ya da atölyeleridir. Bu otelde kalınmıyor, yaşanıyor. Bakın Patti ne yazmış: ''Chelsea'de bir kez yerinizi sağlamlaştırdınız mı kirayı ilk aksatışta tekmeyi yemezdiniz'. İşte bu büyülü, kendine has dünyası olan, şarkılara geçmiş oteli yakından görecektim. Biliyordum: Otel şu anda restorasyonda,  o yüzden kapalı, lobisi bomboş, içinde görecek birşey yok. Ama olsun kırmızı bir şatoyu andıran dış mimarisi, demir balkonları ve yangın merdivenleri bile görmeye değer. Ben de yolun karşısındaki kafeye oturup uzun uzun seyrettim Chelsea'yi.

Grand Central Terminal : Çok romantik! Yeşil tavanında yıldız ve burçları simgeleyen çizimler, karşılikli 3 büyük kemerli pencere, sağdan solan inen mermer merdivenler ile ortasında buluşma saati olan büyük bir salon. Hem ayrılık hem kavuşmanın yakıştığı mekan. Bu sene 100. yılını kutluyormuş. Alt katındaki yeme içme salonu da ayrıca güzel. Efe burda hint yemeğini bi sevdi nedense.


Lincoln Center: Hava sıcak. Efe ile yorulmuşuz yürümekten. Fıskiyeli havuzu çevreleyen siyah mermere önce oturuyor sonra çoraplarımızı çıkararak uzanıyoruz. Havuzdan gelen serinlik iyi geliyor. Tam önümde gözlerimle görmek istediğim bina var. Metropolitan Opera House. 5 tane yüksek kemerli kapısı ile çok heybetli. Burada sadece opera sahneleniyor! Sağımdaki bina Avery Fisher Hall da klasik müziğin mabedi.Solumdaki bina bale ve dans gösterilerine ayrılmış. Hemen arkasında Juliard School yani konsevatuar. Bunlar hemen göze çarpanlar. Burası  cazından tiyatrosuna her türlü sanatın varlığını sürdürdüğü en az 15 binadan oluşan bir merkez. Efe havuz başında telefonumla oynarken, ben de içerilere dalıp bilet baktım, programlara baktım.Ancak 2.5 saatlik bir operaya Efe ile gitmek çok acımasızca olacağından vazgeçtim ve gidemedim.Eminim akşam olunca bu meydan ve binalar ışıklar içinde çok güzel oluyordur.Basel'e  dönüşte beni güzel bir süpriz bekliyormuş: Komşumuz Lörrach'da bir sinemada her ay 1 tane Metropolitan Opera House'da sahnelenen opera 3 boyutlu olarak gösterimde. Aralık ayında gidiyorum :)



New York Public Library( Halk Kütüphanesi): Efe'yle ağır dolaşmayalım, kendimizi bırakalım deyip fotoğraf makinamızı almadığımız gün gittik kütüphaneye.( Ertesi gün makinayı alacaktık ancak otobüsde farkedecektik içinde kart olmadığını ) girişte kimse birşey sormuyor, hatta daha sonra içerde evsiz olduğu anlaşılan bir deli bile gördüm. Beraber sergi gezdik :)
Beni heybetiyle, güzelliğiyle, ışığıyla şaşırtan büyüleyen bir mekan oldu kütüphane. Beyaz mermer binanın dışı da içi de heyecan verici. Kitapların katedrali adeta. İçinde dolanıp, değişik okuma odalarına girip çıkarken, kocaman kemerli pencerelerinden birinden  Empire State tablo gibi karşımıza çıkınca fotoğraf makinasını almadığımıza çok pişman oldu Efe. Neyse ki internet salonunda resimli bir kimlik ile şifre alıp 45 dakika bilgisayarda oyun oynayınca morali düzeldi.  'Çocuk kitapları neden önemli' başlıklı sergiyi gezdik sonra. Alice Harikalar Diyarında kitabı tekrar okuma listeme girdi. Hediyelik eşya dükkanı ayrıca güzel. Kendime bir bez çanta alıp, girişdeki kocaman aslan heykeline bir öpücük kondurup çıkıyorum kütüphaneden.


Sanatta:

MET: Metropolitam Museum of Art. Bir çok filmin sahnesinden özellikle Woody Allen'dan biliyorum giriş merdivenlerini. (Haydarpaşa tren garımızın merdivenleri misali) Şimdi o filmlerden birinin içindeyim. Merdivenlere oturmuşum, aşağıda müzik yapan bir grup var, arkasında sıra sıra hot dog satan minik seyyar arabalar. Yanımda oturan çocuk Türk çıktı. NY'da sanat okuyormuş. Hocası haftada bir derslerini müzede yaparmış.Zaten müzenin kataloğuna bakınca içerde dönen o kadar çok yan aktivite-event-özel tur-eğitim programı var ki.

 Çocuklar için de ayrı audio guide yapmışlar, onların merakını didikleyen, ilgisini çeken bir anlatım olsa gerek. Ben en çok 'Amerikan Kanadı' denen avluyu sevdim. Bir de Rodin, Bernini gibi Avrupa heykeltraşlarının olduğu bölüm. Resimlerin dibine kadar gidebilmek rahatlığı da vardı.


MOMA: Museum of Modern Art. Daha küçük elle tutulur. Monet'nin  görme bozukluğu başladığı son yıllarında yaptığı upuzun tablosu önünde uzunca bi süre oturdum. Audio guide'da 2 tür açıklama var.Biri teknik, resmin boyutu, ismi,  hangi yıl nerde yapıldığı gibi bilgiler. Diğeri ise sizi resmin içine çeken, resmi görmenizi sağlayan, daha özel bilgi veren açıklaması.Moma'da en çok sadece iyi havalarda açık olan ' Heykel Bahçesi' ni sevdim. İçeceğini alıp, istediğin heykelin yanına sandalyeni çekip keyif yapabileceğin bi yer. Moma'nın bana bir süprizi de Rene Magritte sergisi oldu. Ressamı Zülfü Livaneli'nin bir kitabının kapağına koyduğu resim sayesinde tanımıştım.Belçikalı sürrealist abimizin resimlerini topluca gördüm ve sevdim.





Natural History Museum: Beklentiyi yüksek tutunca çok beğenmedik. Yalnız 'Uzay' bölümü iyi kurgulanmıştı. Yıldızlar vs. hakkında bilgilendik. Efe özelikle Big Bang teorisiyle ilgilendi. İlk yaşam nasıl meydana geldi kimse bilmiyor o ayrı!

 
Madame Tussaud:  Gezimizin son müzesi.Ben diğerlerini bilmiyorum ama NY'un şanına yaraşır gelmedi burdaki bana. Küçük ve şişirilmişdi. Yine de Efe'yle eğlendik. Sonunda seyrettiğimiz kısa bir 4 boyutlu film iyiydi.Meğer 4. boyut olunca filmde rüzgar esince sana da esiyor, yağmur yağınca sen de ıslanıyorsun filan.





9/11 Memorial: Ürpererek ilerliyorum hızlı giden uzun kuyrukta. Eskiden ikiz kulelerin de içinde olduğu alan inşaat halinde. Buraya ilki yakın tarihte biten ' Liberty Tower' gibi binalar yapılıyor. Ancak tam ikiz kulelerin olduğu tabana 2 tane büyük havuz anıt yapmışlar. Havuzlar içeriye doğru akan şelale gibi. İnsanın yüreğine dokunuyor sonsuz aşağıya akan su. Ve etrafındaki mermere hayatını kaybedenlerin isimleri kazılı. Ziyaret ettiğiniz gün doğanların isminin yanında bir beyaz gül görebilirsiniz. Bu iki havuz aslında büyük birer mezarlık! Tüm bu felaketten kurtulan tek bir ağaç ise koruma altında size umutla göz kırpıyor.


Gösteride

Stomp: İstanbul Kuruceşmede yağmur sebebiyle rahat rahat seyredemediğimiz Stomp'u Efe'yle seyretmek varmış. Beğendik.

Blue Man Group: Times Square'de ortadaki merdivenlerin altında yer alan Son dakika bilet gişesinden şansımızı denedik ve %50 indirimle girdik bu şova. Ben daha önce duymamıştım mavi adamları. Şov seyirciyle interaktif,sadece sahneye bağımlı değil ve süprizliydi. Orkestrası da gayet iyiydi.Bu şovu tavsiye eden ve isteyen Efe'ye teşekkürler.  
   
Lar Lubovitch Dance Company: Chelsea'de Joyce Theater'da modern sanat gösterileri oluyor diye okuyup online biletleri almıştım. Güzel kareografiler seyrettik sanatsal sanatsal.

Sleep No More: Punchdrunk isimli grubun oyunu. Fırat'ın Ayşe'yle planladığı süpriz! Daha önce hiç yaşamadığım bir tiyatro biçimi.Görmediğimden ziyade yaşamadığım diyorum çünkü bu öyle oturulup seyredilen tiyatrolardan değil.Ayrıntı vermek istemiyorum. Zira ben 0 önbilgiyle gittim ve gerçekten imkanınız varsa siz de öyle yapın. İlgili bir yazı görseniz de sakın okumayın!Şu anda bu grubu Londra ve New york'da görebilirsiniz. Ama içimden bir ses çok yakında İstanbul'da da bu tarz bir tiyatro seyredebileceğimizi söylüyor.Karaköy-Tophane hattındaki metruk binalar bu iş için çok uygun olabilir.
Bu arada biz yaklaşık 3 saat içerdeyken Efe ve Ayşe mini golf turnuvası yapmışlar.



Yemekte:

Joint: İlk yemeğimiz tabii ki hamburger ama ' Vaw, sırf bunun için bile gelinirmiş, iyi ki burdayız' dedirten bir hamburgerci. Ne yediğin önemli tabii ama en az onun kadar yemeği lezzetlendiren şey nerde, nasıl bir atmosferde yediğin! Burası büyük ve şatafatlı bir otelin lobisinden geçip, uzun kadife perdelerin arkasından dolanıp girilen az masalı, az aydınlatılmış, kredi kartı geçmeyen bir hamburgerci :) Kesinlikle 2013'e ait olmayan bir yer. NY'da daha sonra birçok yerde organik, butik, zincir vs. hamburgerler yedik ama hiçbirinde burdaki lezzeti bulamadım. Kendi kendimize şööle bi efsane de uydurduk. Joint burda hep vardı, daha sonra bu otel inşa edilmeye başlandı ama otel Joint'i kapamaya kıyamadı ve içine aldı.


Katz's Delicatessen: NY'un 'Deli'leri meşhur. Bizdeki büfe-bakkal arası biryer ama tabii Amerika boyutunda. İçinde koca koca sandviçler, pastalar, kahvaltı, hot dog ne ararsan var. İşte efendim bunların en ünlüleri Katz's Deli. Sanırım bu deli işinde Yahudiler var.1888 yılından beri kimler yememiş ki buranın ünlü pastramili sandviçinden.Bir de tabii 'When Harry met Sally' filminde Meg Ryan'ın ünlü sahnesi burda çekilmiş. Gittik ve dışarda makul bi sıra bekledik hiç içeriyi görmeden. Kapıların bize açılmasıyla birlikte ağzım da açıldı. Hiç bu kadar büyük ve ağzına kadar kalabalık bir yer beklemiyordum. 4-5 masalı bir yer beklerken bizim Saray'dan da büyük. Önce sistemi anladık sonra da bi yer bulup oturup yedik. Deneyimlenmesi şart olan yerlerden :)



Majestic Delicatessen: Bu da Efe'yle benim keşfim. Henüz, daha sonra  üyesi olacağımız çorbacıyı bulmadan önce kahvaltı için yer bakarken girdik bu deliye.Sonra babayı da götürecek kadar sevdik. Çok lezzetli 'fried egg with mashed potatoes' yapıyorlar soğanlı.

Au Bon Pain: Zincir cafe-restoranlardan. Her gün 4-5 çeşit tazecik çorba çıkıyordu. Sebze ve sulu yemek niyetine hayatımızı kurtardı. Efe'nin favorisi balkabağı çorbası oldu :) 

Otto: Efe'yle Greenwich civarında takılıyoruz. Öğlen acıkınca rehber kitabımızdan  Babbo'yu seçip gidelim dedik, bayağı şık bir italyan çıktı ama yer yoktu. Bizi başka bir restoranına yönlendirdi. Meğer bu Babbo, Otto ve daha birçok restoran 'b&b hospitality' adında bi grup İtalyanınmış. Tavsiye ettiği Otto'da mükellef bir el yapımı makarna ziyafeti çektik. Makarna sevenler bu grubun herhangi bi restoranına gitsin derim.


Çin: Ayşe arkadaşımız bizi Çin mahallesinde süper bi yere götürdü adını yazamiycam malesef. Burda daha önce hiç yemediğimiz ' soup dumbling 'e bayıldık. Kocaman mantı gibi hamur bohçasının içinde nasıl olduysa sıcak bi sıvı vardı, hamuru azıcık ucundan delip içindeki suyu hüüüp diye çekiyosun önce, sonra da yiyosun. mis mis!

Salinas: Her akşam ayrı mutfak takılmazsak uyuyamıyorduk da NY'da. İspanyol akşamımız için Salinas'dayız. Saat 7'de açılıyor. içeriye kaç kişilk reservasyon yaptırdıysan topluca giriyosun. Eşim sevgilim daha sonra gelicek yok.
 Yemek işini ciddiye alıyorlar belli. İçeri dar bir koriordan geçerek giriyorsun.Kocaman vazolarda binlerce gerçek gülün çevrelediği masalardan en güzeline, köşedeki yuvarlak masaya oturtuluyoruz. Ayna oyunlarıyla da genişletilmiş mekanın atmosferine bayılıyorum. Garsonlar matador esintili tertemiz kıyafetler içinde, gayet kibar ve sakin menüyü anlatıyor. Aşçı gelip memnun musunuz diyor, tapaslar şaraplar her şey harika.  En havalı yemeğimizi yiyip viva Espana'yı alkışlıyorum.


New York'un Meşhurları:

Sari Taksisi


Yangın merdivenleri


Evsizleri













Hot dog arabaları














Katlı otoparkları  


Efe'nin listesini tamamlamanın mutluluğuyla elveda New York :)



-THE END-