Wednesday, March 28, 2012

Limon Masası


Dün akşam okudugum bir hikayeyle çok eğlendim. Yazar aynen benim düşündüğüm gibi yazmiş. Hikayeyi size anlatmayayim. Julian Barnes'in  Limon masasi adlı kitabindaki 'gözcülük' adlı hikaye.
Kahramanimiz gibi benim de sinemada, tiyatroda, klasik müzik konserlerinde konuşanlari , etrafinda kimse yokmus gibi fütursuzca davrananlari uyarmişliğim çoktur. Trafıkte bu kadar sinirlenmem ama bırakın da rahat rahat seyredelim. Son yıllarda uyarılarımı belki susar, belki düzelir umuduyla ertelemeden ta en başında yapıyorum. Kahramanımızın hikayenin sonunda yaptığı  şık hareketi hakeden malesef çok seyirci var.

Bu konuda yaşadigim bir olayin sinirini ancak yazarak atabilmistim ustumden. Hoş Berkun'cuğumdan cevap gelmedi o da ayri üzdü beni. Bugün sizinle o yazimi paylasiyorum ve benim gibi hissedenler icin bu hikayeyi öneriyorum.


Sevgili Berkun Oya,

Oyunculari dis etkenlerden ayirsin diye dusundugunuz “cam” , keske seyirciler icin de olsaydi. Ne demek istedigimi 30 Nisan 2011 Cumartesi gunku oyunu siz de izlediyseniz veya daha sonra seyretme sansiniz olursa anlarsiniz. Oyunu seyretmeye gelen buyuk bir grup daha yerlerine yerlesirken gurultulu ve rahatsiz edici olacaklarinin sinyalini vermislerdi. Salonun onune arkasina ortasina dagildilar. Oyun basladi. Ben 2. siradaydim. Bu gruptakiler surekli birbiriyle isaretlesiyor, arkaya saga sola bakip ,egilip, kipirdayip , birbirlerine kas goz isaretleri yapiyorlardi. Yanimda oturan kardesim bu gibi durumlara sert tepki verdigimi bildiginden ”sebnem, moralini bozma oyuna bak” dedi. Ben de oyuna konsantre olmaya calistim.Ah dedim su anda bi cam da benim onumde olsa da sadece sahneyi gorsem isitsem. Bi ara benim on caprazimda oturan adam arka siralardaki arkadasina sirita sirita uzun uzun bakarken, en sert yeter bakislarimi firlattigimi dusundum, 1 dakka sonra yandaki arkadasinin sirtini 3-4 kez pohpohlayarak verdi cevabini. Gulumsemelik sahneleri birakin dram anlarinda bile attiklari kahkalari birbirlerine teyit ettirdiler.Onumde oturan, cep telefonunu tamamen kapatamayan guzel giyimli adamin butun oyun boyunca eli kolu ayagi durmadi, devamli kiprasti, ofladi. Bi ara salondan cikayim disardaki kiza durumu anlatip baska bi zaman tekrar geleyim diye dusunmedim degil. Ama ben yurtdisinda yasiyorum ve allah kahretsin, ben seyretmek istiyorum diye vazgectim. Oyun bittiginde inanin girerken cikardiklari patirtiyi tekrar cikarken yasamamak icin ki bu sefer kotu seyler olabilirdi, ilk once ciktik.Iyi bir tiyatro takipcisiyim, bu kadar kotu bir seyirci grubuyla hic karsilasmadim. Oyunu ne kadar cok sevdigimi herkese anlatirken, bu simarik, saygisiz, bencil seyirciden de bahsettim. Tek tesellim her biri super oynayip harika bir oyun cikartan 4 tiyatrocunun bu seyirciyle muattab olmamasiydi.

Sevgiler,
Sebnem Yerebasmaz Kabadayi.

Tuesday, March 27, 2012

Herr Schönmann

Güzel adam. Efe'nin öğretmeninin soyadi bu: Herr Schönmann. Gercekten hayata sakin, güzel bakan bi adam. İşini severek, ciddiye alarak yapiyor. Hem de 20 senedir. Cılız uzun saclarini arkadan bagliyor. Kulağinda küpesi, dilinde bir zamanlar taktırmış oldugunu duşündüğüm piercing yarasi... Uzuuun ve ince bir adam. Kışın terlikli, yazin çogu zaman çiplak ayakli. Beraber yaşadigi oğluyla terzi kendi söküğünü dikemez misali yaşadigi kavgalari... 9 egzoslu maserati hayalleri kuran oğlumun, arabasız bir dünya hayal eden bisikletli öğretmeni.  Çocuklari hayata, gercek hayata hazirliyor. Bilişsel zekanin yaninda hatta ötesinde çocuklarin duygusal zeka ya da sosyal zeka gelisiminin çok daha önemli olduğunu anlatıyor. Bilişsel zeka derken elini kafasina götürüyor, duygusal zeka derken de kalbine. Kalbin önemini değerini vurgulaması, kafanın gerisinde kalmaması gerektiğini düşünmesi O'na güven duymamı sağliyor.


Dün aksam veli toplantisindaydik Firat'la. Efe evde en sevdigi arkadasi Emre'yle takıldı. Herr Schönmann ve yardimci öğretmen Frau Naff sinifta bulunan her çocugun resmen kisilik analizini yapmislar. Efe hakkinda cok guzel, olumlu konustu.

Olaylara sakin yaklasip, once analiz edip, sonra mudahele gerekirse oneride bulunurmus. Grup icinde lider zamanlari da oluyormus ancak geride durup diğerlerine de firsat vermeyi biliyormus. Bu anlamda benmerkezci degil paylasimciymis. Bir soruyu bilse bile ya da yapabilecegi bir iş olsa bile hemen atlamaz, bekler, bakti gönüllü yok o zaman ortaya cikarmis. Ancak, kendisine haydi Efe bunu sen yap denir veya caktirmadan iş O'na verilirse o zaman çekingenlik yapmaz, sahiplenir ve hakkiyla bitirirmis. Herr Schönmann Efe'nin diplomat olabilecegini soyledi.

Burada okullar 4 ceyrek sömestırdan oluşuyor, NBA gibi:) Dün gordum ki her ceyregin sonunda Schönmann tek tek tüm cocuklari yaklasik 10 kriter ustunden degerlendiriyor. Bu kriterler ornegin, el becerisi, almanca, kendine guven gibi basliklar. Bu degerlendirme sonucu, sinif ortalamasindan bir egri cikiyor ortaya. O eğride hangi kriter en aşagidaysa, onun gelisimi icin program yapiliyor. Örnegin gecen ceyrekde duygularin ifadesi dusuk cikmis. Onun icin su anda tiyatro yapip, degisik rollere girip, o rollerin hissettigi duyguyu anlamaya anlatmaya calisiyorlarmis. Bakalim video hazirlaniyor, gorcez sabirsizlıkla bekliyorum. Bu yöntem benim cok hosuma gitti. Zira muzik ogretmeni olan ablamdan bildigim, Turkiye'de bir yillik plan yapilir senenin en basinda, hatta okul baslamadan. O plan höt höt uygulanir, ne sinifin seviyesi, ne ihtiyaci, ne eksigi gözeltilmeksizin.

En güzeli bizi de anne baba olarak kutladi.  Efe'nin tüm sosyal ve bilişsel becerilerinin olumlu gelişiminde bizim çok büyük payımız olduğunu söyledi. Senelerini çocuklara vermiş böyle bir adam gülümseyerek Efe cok şansli sizin gibi bir anne babaya sahip deyince insan kendini cok iyi hissediyor. Aslinda düşününce cok az kisi takdir ediyor anneliginizi ya da babaliginizi. Daha cok olumsuz elestiriler dillendiriliyor da takdir kismi Allah'a mi birakiliyor acaba!



Friday, March 23, 2012

Kış'a lezzetli bir veda...

Burda her an her mevsimin sebzesi meyvesi bulunuyor. Fas, İspanya, Misir, Brezilya gibi bircok ülkeden ne varsa getiriyolar marketlere. Tabii Türkiye'den farkı, paketlerde veya kasalarda hangi ülkeden geldiği hakkında bilgilendirme yapılıyor. Mesela taze incirler Türkiye'den. Yaz meyvesi kis sebzesi diye bisey kalmıyor haliyle. Ben yine de her mevsimi sadece kendi pazariyla yasamayı seviyorum. Simdi bunu kendimizi zorlayarak, bilincli olarak almayarak başarmaya calisiyoruz.

Kişa veda etmek üzere, kis sebzeleriyle 2 yeni yemek pişirdim bu hafta.
Portakalli kereviz denince sanirdim ki kerevizi aynen pisiriyosun,yanina da portakal dilimleri koyuyosun, ustune de bir iki damla damlatınca al sana portakalli kereviz. Bazi antin yemeklerin basina gelen seydir bu: yanina koydugun maydonoz sapi veya icine koydugun üzüm çöpü asil yemeğin onune gecer kocaman bir sifat olarak. İste oyle zannediyordum portakalin da rolünü. Lakin oyle değilmiş!  Baya baya 2 portakali sıkıp suyunu döküyosun pişecek kerevizlerin ustune. Önce bi garip geldi, yanlis bisey yapmisim gibi hissettim ama pisince portakalin rengi gitti, rahiyasi kaldi sadece kerevizin ustunde. Tavsiye ederim.
Efe biraz da böreğe benzetti laaahanaları
İkinci yemegim yine ilk defa yaptigim beyaz lahana sarmasi. Burda lahananin sittin cesidi var ama bi dolmalik lahana yok. Geçenlerde Almanya'da gorunce aldim. Bugun de pisirdim. Dolmanin ici aynen hazirlaniyor, sadece Fırat'in istegiyle ve önerisiyle kimyon ekledim. Asil iş lahanayi sarabilmedeymis. Once kaynar suya atip 2-3 dakka hasliyosun yumusasinlar diye. Yine de damarlari bir hayli kalin oldugundan, egilip bukmesi zormus. Once yaprak sarar gibi sarayim dedim baktim olmayacak, minik bohcaciklar yaptim. Aksam, Efe ilk kez denemesine karsin cok guzel yedi ki bu benim icin yeterli bir lezzet gostergesi.

Mutfagimdan cikan bu iki yeni denemeden ailecek mutlu olduk.Hepinize bol ' tencere yemekli' gunler....

Saturday, March 17, 2012

Tadı yok sensiz geçen ne baharın ne yazın...

Geçen aksamüstü mutfakta, yemek yaparken kendimi yine sarki soylerken yakaladim.Hangi şarkiyla basladigimi hatirlamiyorum ancak  'gülünce gozlerinin içi gülüyor' sarkisini geçemeyip, bir kaç kere söyleyince Efe yanima geldi. Biliyorum, iş yaparken şarkı mırıldanmamı seviyor, bi kulaği bende, odasinda oyun oynamayi seviyor. Hoşuna gittigini anlayinca bir kez de oğlumun gozlerine baka baka, onun guzel yüzüne soyledim. Sesimi beğendiğim bazı zamanlardan biriydi.Utandi, güldü ve tabii ki soru sormaya basladi. Dedim bak bu klasik türk müziği, şarkilar uzaktan aşklar, kavuşmamalar, özlemler üstune genellikle. Mesela şarkidaki adam kadina soylemeye cesaret edemiyo ne kadar asik oldugunu. Peki kadin da asik mi anne? Bence degil dedim, hatta haberi bile yok adamdan.Sonra açtık youtube'u Zeki Müren'den dinledik lakin sesini pek begenmedi Efe. Emel Sayin için  ooooo  guselmis ama sesi ayni gibi dedi. Sanırım en çok beni beğeniyor :)

Efe uyuyunca hizimi alamadim ve eskilere şöyle bir uzandim. Murathan Mungan'ın Klasik Türk müziği üstüne çok güzel bir denemesi var. Malesef buraya getirdiğim kitaplarım içinde bulamadım yazıyı, İstanbul'a gittiğimde diğer kitaplarıma bakıcam. Hatırladığım kadarıyla klasik türk müziğinin zevkine varabilmek, inceliğini, ruhunu hissedebilmek, söylerken tadına katılabilmek için o zamana ait, o yere ait olmaktan bahsediyordu.( Bir İsviçreli'nin Zeki Müren'den ' benzemez kimse sana ...' şarkısını dinleyip ne hissetmesini bekleyebilirsiniz?) Buna da üzülmüyordu, herşeyi şimdiki zamana taşımayı, yeni nesilden aynı heyecanı beklemeyi de gereksiz buluyordu. Haklı bence. Klasik Türk Müziği devam eden bir müzik değil, bir dönemin müziği. Eski plaklardaki ses saz bile kendi özel atmosferine ait. Aynı şarkıyı söyleyen yeni sesler veremiyor o duyguyu. Bir tek Şevval Sam sesi ve birlikte söylediği sazlarla eski havayı hatırlatıyor.

Ben çok ucundan da olsa bahsettiğim tadı yakalayabildiğim için şanslı hissediyorum.. Bunu sanırım  hocası Behçet Necatigil olan edebiyat öğretmeni babamın eskiden beri  radyoda sevdiği bir sesin söylediği şarkıya eşlik etmesine borçluyum. Babam, radyoda anons yapan kişiyi bilir, sesi tanır, adını söyler, şarkının güftesi, bestesi kime ait bilir. İyi diyebileceğim repertuarımı aşan şarkılara eşlik ederken hangi güzel hatıralar gelir aklına acaba?
Biraz annemin incecik sesiyle söylediği ve beni gerçek zamana çağırdığı 'bu zamanda aşk mı kaldı' gibi şarkılara borçluyum. Ailemizin kanunisi, çocukların en sevdiği müzik öğretmeni sevgili İnci'm der ki asıl sen müzikle uğraşmalıydın, ben resimle.Ablam konservatura giderken ben de az takılmadım ona kantinlerde düm tek düm teka... Şimdi bana hiçbişey için geç değil gibi yorumlar yazmayın ama. Zira belki o zaman bu kadar çok sevmezdim yakındaki sevgiliyi...

Uzaktaki sevgiliden, bestesi Muzaffer İlkar'a, güftesi Güzide Taranoğlu'na ait hicaz makamında çok içli bir şarkı Mediha Demirkıran'ın sesiyle,
Bazı şarkılar söyleyeniyle güzel. Bu şarkı da Emel Sayın'ın sesine çok yakışıyor bence, klibe takılmayın fazla, sözlerin güzelliğine bakın: Sanma ki güzelliğin o ipek saçlarına dökülen akla biter...

Ne kadar çok güzel şarkı var hangi birini yazayım, dinleteyim. Dayanamadım Zeki Müren'siz bitirmeye:

Belki Efe de bir gün aşık olunca benim mırıldandıklarımdan, ara sıra dinlediklerimden  bir kuple hatırlar ve söyler kim bilir :)





Sunday, March 11, 2012

Efe Rock Grubu kuruyor!


Geçen akşamlarda Fırat hüzünlü bi sesle ''Sebnem, oğlumuz büyüyor, sanki sesi bile değişti'' dedi, ben de güldüm. Aslında bazen hiç büyümese böyle kalsa işte diyorum ama bunu şimdiye kadar her yaşını yaşadığımda düşündüm. Her yaşı ayrı tatlar yaşattı bana. Hiç konuşamadığı zaman çıkardığı salyalı sesler, r'leri söyleyemediği veya tam tersine r'leri bastıra bastıra söylediği zaman anlattığı hikayeler hepsi tatlı, hangi yaşında kalsın bilemiyo insan. Mesela şu anda ''insan'' yerine ''iiisan'' diyor ve ''anne hiç bi iiisan 200 yaşına kadar yaşamış mı'' gibi sorularına cevap vermeden önce en az 10 dakka sarılıp sıkıştırıyorum kendisini.
Sırf 6. yaşında yaptığı ve bana kahkaha attıran resimleri için bile sevebilirim bu yaşını.Efe'nin resimleri genelde kara kalem, sade ve direkt. Örneğin, gittiğimiz Rammstein konserinde solistin uzaktan bile görülen kol kaslarına hayran kaldı ve hemen bunu sanatına yansıttı.
rammstein solisti şarkı söylemeden önce kollar inik!

şarkı söylemeye başlayınca kollar şişiyor ve kaslar taşıyor.
Ve tabii konserden sonra kendi hayalinde hemen bir rock grubu kurdu :) Kendisi grubun bas gitaristiymiş. İşte grubun tanıtım afişleri:
Niyeyse önce A4 kağıda resmi yapıyor, sonra kenarlarından kesip başka bir A4 kağıda yapıştırıyor.
Boyutla ilgili bir derdi var sanırım sanatçımızın.
solist! mikrofon

bas gitarist.( grupta elektro gitar yokmus!)
Efe'nin deyişiyle ''klavya''
baterist
Efe'nin Rammstein'a kadar uzanan müzik macerasının başlarına dönecek olursak:
Şu anda ne söylüyor diye merak edenler babanın bloğunda yayınladığı kendi bestesini dinleyebilir:

Wednesday, March 7, 2012

Konfeti...Portakal...Mimoza....Şeker...

Her sene Baselliler icin cok onemli bir geleneksel rituel olan Fasnacht kutlanir. İlk seneki sasirma, heyecan ve eglenceye katilma azmi olmasa da minik sehrimize bir hareket canlilik getirdiginden seviyorum ben. Fasnacht komitesi 3 günlük kutlamalar icin bütün sene calisiyor. Her sene degisik bi tasarimla hazirlanan ozel fasnacht plaketleri bronzundan altinina degisik fiyatlarda satiliyor. Bir Baselli bu plaketlerden mutlaka alip ceketinin paltosunun yakasına gururla takar. E tabii anaokulundan itibaren işleniyor bu gelenek. Hatta 2.gün sadece çocukların katılımcı olduğu 'kinder fasnacht' yapılıyor. Nitekim, biz de resimlerini gördüğünüz garip yaratıkların isimlerini işlevlerini Efe'den öğreniyoruz.
waggis
portakal atan kızgın waggisler
Sabahin 4'ünde baslıyor karnaval. Tüm senenin olaylarinin ironik bir sekilde resmedilip anlatildigi buyuk panolar hayal edin, o panolarin hepsi bi sekilde aydinlatiliyor.Aslında baya baya politik eleştirel bi yanı da var bu bağlamda. Uzun bi kortej farkli şekillerde ve boyutlarda rengarenk resmedilmiş, işiklandirilmis panolarla sabahin karanliginda yürüyorlar. Ben bu kisimla henuz tanismadim, tatlı uykumdan uyanamadigım için.

Eglenceli kisim ertesi gun butun gun suren kutlamalar! Şehrin ana caddeleri, köprüleri trafige kapatiliyor, tramwaylarin, otobüslerin  rotaları değişiyor. Fasnachtin aktif kutlayicilari özel kiyafetler giyip, kafalarina kocaman maskeler takiyolar. Mesela ''Waggis'' denen benim en sevdigim karakter kazma disli, cirkin suratli, kocaman bonus kafali, tahta takunyali ve en eglenen tipler. Bunlar eger seni gozune kestirirse ve sen de plaket takmamissan, sana yaklasip bi torba konfetiyi icine bosaltıyorlar. Zaten fasnachttan 6 ay sonra bile evin bir kosesinde veya camasir makinasinda konfeti bulman cok olasi. Efe'yle de yerden topladigimiz konfetilerle savasip cok eglendik. Waggisden başka Ueli, Piero, Alti Tante de diğer önemli karakterler.
'alti tante' vagonun tepesinden likor dağıtıyor.

ueli kamyonuyla geliyor! klein basel birasının da adı :)

sonunda konfetiyi yedik!

waggis efe'ye şeker verirken

waggis konfeti için kurban arıyor
Aslinda Fasnachtta iki farkli olay var. Bir olay, kocaman kamyon kadar ustu acik vagonlar sokaklarda  dolasiyor pes pese ve ustundeki waggisler veya baska maskeli tipler devamli biseyler veriyor, fırlatıyor. Yediden yetmise herkesi mutlu edecek seyler var. Mesela beni en cok mutlu eden mimoza vermeleri. Hele son gun elime koca bir demet mimoza tutusturan waggise burdan opucuklerimi gonderiyorum. Bazen de o kadar avuc acip waggis diye bagirmana ragmen elin bos  ya da sadece bir torba konfetiyi basindan asagi yediginle kaliyorsun. Cocuklara bolca seker, arada cikolatali gofret, patlamis misir, cips, yakalayana portakal. Şansin varsa Efe gibi,  kalemlik, anahtarlik, termos gibi suprizler de var.

işte benim caaanım mimozalarım elime tutuşturuldu!
Diğer olay ise herbiri 30-40 kişiden oluşan gruplarin farkli kostumlerle sokaklarda yuruyerek müzik yapmalari. Bu müzige guggenmusik deniyor. Daha çok tempolu şarkılar çalıyorlar. Bateri, piccola denen bir cesit yan flut, trompet, saksofon, adini bilmedigim birsuru vurmali enstrumanla neseli hoplatan bir muzik yapiyolar, bir yandan da yürüyolar. Bu yüzden de bateri seti tekerlekli. Guggenmusik yapan korteji seyretmek, yanlarindan gecerken ritmi kalbinde hissedip kiyafetlerini maskelerini incelemek de cok eglenceli.
dünyanın en kötü kokan çiçeği basel'de açtı geçen sene, burunlar mandallı!

yürüyen bateriler guggenmusikin vazgeçilmezleri

geyik grubu niyeyse?
mozartlar davul çalıyo!
Bir Fasnacht daha burda sona ererken ben Şebnem Yerebasmaz Kabadayı hepinizi selamlar, Basel Fasnachta beklerim:) 



Saturday, March 3, 2012

LONDON

İstanbul’da doğup büyüdüm, birkaç ülke gezdim, son 3 senedir Basel’de yaşıyorum. Lakin blogumun ilk yazısı Londra’ya ait olacak. Oynak ruhunu daha cok tonladigi icin London diycem kendisine.
Gitmeden önce The Queen, The Other Boleyn Girl, The King’s Speech filmlerini seyredip İngiltere tarihi hakkında iyice heyecanlandım. Kraliyet ailesini Tudorundan Victoriasına şöyle bi taradım. İmparatorluğun geçirdiği kritik dönemeçlerin arkasında yine erkek-kadın meselesi var. 8.Henry aşık olduğu kadınla evlenebilmek için koca imparatorluğu Katolik kilisesinden ayırıyor ve kızıl saçlı 1.Elisabeth bu aşkdan doğuyor.Shakespeare 1. Elisabeth zamanında kendi tiyatrosu ‘The Globe’ ile sahnelere çıkıyor. Bizim Sülüman-Hürrem aşkı da aynı zamanlarda hemen hemen! Ne zamanlarmış ama…Gelelim bizim 5 günlük London zamanına.

 Basel’den bindik, 1.5 saat sonra Gatwick’deydik. Karsımıza cıkan gorevli kadına sordugum sorunun cevabıni dinlerken kendimi birden İngilizce ders kitaplarındaki Mrs. Sebnem gibi hissettim .O ne guzel ingilizce konusuyo, kitap gibi. Thank you deyişim anında değişti.
Victoria istasyonundan yeryüzüne çıkınca dört tarafımızı saran kırmızı 2 katlı London otobusleri bu kadar mı mutluluk verici olabilir! Daha sonra dilimizden düşmeyip şarkı yapacağımız  ‘52 to willesden bus garage’ ile  otelimize geldik ve giremedik.
Fırat’ın ve Efe’nin sabırsız, ilk gördüğümüz yere girelim hallerini yumuşak yumuşak  geçiştirerek, içime sinen bir cafede oturuyoruz. Cafe Concerto  Efe’nin en favori mekanı oldu. Tabii ki ‘English Breakfast’. Çayın yanında direkt gelen süt Efe’nin işine yarıyor. Garsonlar güleryüzle üstüme yürüdükçe ve almanca değil de İngilizce konuştukça bi tuhaf oluyorum, ne güzel şeysin sen İngilizce diyorum. Defne için  London Eye ve Big Ben önünde turist fotolarımızı çekip odaya atıyoruz kendimizi.


İlk akşam Fulya bizi Hollborn’da ‘Ship Tavern’ adlı bir puba gotürüyor. Herkes içerde dışarıda vıcır vıcır konuşuyo, gürültülü, kahkahalı, mutlu bir yer. İnsanı havaya sokuyo bu London pubları. 3 ales and  fish&chips maid please! Yan masada büyük bir grup konuşurken, bardak düştü kırıldı, hep birden bastılar kahkahayı. Efe saşırdı tabii, dedim bak bardak kırılınca bile gülüyolar panik yok. Rahat adamlar vesselam, sevdim ben bu İngilizleri. Düşünülenin aksine hiç de kibirli soguk değiller. Tam tersine gayet espirili, kibar, gentilmen ve flörtözler. Can you take a picture, where is covent garden gibi basit sorulardan espiri üreten, muhabbet çıkartan tipler. Hayat onlara güzel!Kaç bin tane pub var acaba London’da ve hepsi dolu!
Hollborn’dan Covent Garden’a yürüdük, kalabalığı seyrederek. Hiç de hafta içi Salı akşamı gibi değil, nasıl uyuyacak uyanacak bunca insan. London çok kalabalık ama hiç rahatsız edici değil. Pozitif, enerjik, mutlu bir kalabalık. Belki de Subat ayında güneş gördükleri için bana denk geldi! Metroda, yürüyen merdivenlerle ucunu görmedigimiz basamakları çıkarken durup bakıyorum insan cümbüşüne. London fokur fokur kaynayan ve taşmayan kazan!
Sabahın 5inde uyanmış bir aile olarak dönme vakti çoktan geldi. Whittard’dan earl grey çaylarımızı da ilk günden aldık, çantaya attık. Önce otel odamız şimdi de evde mutfagımız mis gibi çay kokuyor dolabı açtıkça.
2.gün  Notting Hill’de Electric’de kahvaltı. Ortam hoş, garsonlar harika, tam ideal seviyede bir alaka.Herkes İngilizce konuşuyor, hala şaşırıp seviniyorum. Şöyle bir yürüdük Hugh Grant için. Hava sogukça, bugun en iyisi müze yapmak. Girişinde Darwin’in heykeliyle karşılandığımız Natural History Museumda dinazorlardan çok balinalar ilgimizi çekiyor Efe’yle. Dünyanın en büyük hayvanı olan mavi balina kaç metreymiş, kaç tane kalmış, ne yerlermiş, kimler hala mavi balinaları avlıyormuş öğrendik.Müzenin içinde 200 tane bilim adamının çalıştığı ayrı bir üs var Cocoon diye.Camın arkasından, çalışan bilim adamlarını görüyorsun ve bir düğmeye basıp onlarla konuşup soru sorabiliyorsun. Efe ilk kez gerçek bir bilim adamıyla konuştu.Wav!



Müzeler de ne büyükmüş. Her yer okulla gelmiş, grup grup üniformalı bıdık kaynıyo. Müze sessizliği yok! Fırat iş için aramızdan ayrılınca Victoria& Albert müzesine bakalım dedik nasılsa bedava! Rodin heykellerine bakıp kara kalem çalışan genç-yaşlı ne çok ressam var etrafta! Efe’nin çok hoşuna gitti, müfettiş gibi yanaşıp hatta dibine girip baktı insanlar nasıl çiziyor diye, uzun uzun seyretti.
Ben 2. günden itibaren -otobüsler de tatlı, özellikle eski tipte olanları ama- taksilere aşık oluyorum. Neye benzetsem tatlılıklarını tüm tatil boyunca bulamadım. Öyle gidişleri, sıra sıra bekleyişleri, köşeden dönüverişleri. Hele siyah eski olanları çok tatlı çok. Siyah kara gözlü bir dana sevimliliğinde. Eskisine bincem diye tutturunca -ve tabii ki beklediğin zaman gelmez- yeni ama yine de tatli bir taksiye biniyoruz ilkin. Ama son gün bizi ve bavullarımızı London’ın en eski ve en siyah taksisi götürüyor istasyona, tam dönüşümüze layık! İçi minik bir kutu, karşılıklı oturabiliyosun, şoförle aranda cam bir pencere var. Taksiye binince tepede yanan ışığı sönüyo, doldum ben diyo. O zaman şöyle bir sıralama yapıyorum: taksi, otobüs, posta kutusu, telefon kulübesi: vier könige in London J
 
könig 1: london taxi
 
könig 2: london bus



könig 3: london mailbox

könig 4: london telephone box
  Efe’nin en çok beklediği ana geldik. 6 katlı oyuncak mağazası Hamleys. Oyuncak elbette çok ama herhalde farklı yapan şey, içindeki şovlar, kukla tiyatrosu, sihirbazlık gösterisi, animatörler vs. Baba oğul takılıp bir araba ile çıktılar. Ben de Regent ve Oxford Streetde yürüdüm, Carnaby gibi ara yaya sokaklara daldım. Fulya’yla buluşunca Piccadilly meydanına gidip  hediyelik  ve ertesi akşam için  Chicago müzikaline bilet aldık. İnsanlar, sesler, trafik, renkler sanki normal bir gün değilmiş, bir şey oluyormuş  ya da olacakmış gibi hissettiriyor ama değil. Gayet sıradan hafta içi bir gün. Canlı kanlı bir gün!
Test edilip onaylanmış Thai restoranı Busaba’nın kollarına atıyoruz kendimizi. Giriş spa spa kokuyor. Yemekler acaip güzel görünüyor. Garson  siparişi  thai harflariyle yazınca defterine, saygılar duyuyorum böyle yerlere.Efe ustune su dökünce 1 saat önce aldığım Londra tişörtünü giyip çok yakışıklı pozlar veriyor.Ben Fulya’yla saki tokusturuyorum, bey bira! Bu arada ‘tap water’ yani kraliçenin suyu gani gani içilebiliyor restoranlarda ve kimse de ikinci kez söyletmiyor, hemen getiriyo tenk  yu!
3. gün ve sonrasında hava hep güzel! Soyundukça soyunuyoruz. İçlikler, şemsiyeler, kalın hırkalar odada, biz dışarıda! Tenk yu. Yalnız yön meselesi çok ezber bozan bir durum. Sağa bak sola bak nereye bak tersin dönüyor. Ve trafik ışıklarını yayalar hiç takmıyor. Arabalar sağdan geleceğine soldan , soldan geleceğine sağdan gelince de ohohoy dikkat aman ne dikkat!
Önce Buckingham Palace’da asker nöbet değişimi. Efe’nin hoşuna gider diye istedik ama bi tören bu kadar mı uzun ve hareketsiz ve tıkışık olur. Zaten sıcak, güzelim sabahımızı heba ettik Kraliçe Elebeza’ya (Efe’nin deyişiyle). En çok Efe sıkıldı ve bitirmeden de terk ettik sarayı.  Zaten üniformaları da kırmızı değil griydi. Hem acıktık hem yorulduk. O kadar çok yeme içme opsiyonu var ki her türlüsü var. Eat veya Pret a Manger gibi saglıklı fast food da var. Minik sandviçler, meyveli yogurtlar, sıcak dürüm, çorba, guzel ve ucuzca karnını doyuruyosun. Biz kendimizi Trafalgar’da bir pubın koyu renklerine, dingin havasına ve rahat koltuklarına bıraktık. Zararlı birsürü şey ile beraber biraları hüplettik. Yani aleleri! Aldığımız enerjiyle Tower Bridge’e kadar gittik, tabii metroyla. Londra’nın Big Ben’li panoramasında Tower Bridge yok. Thames kıvrılınca biraz ayrık kalmış yazık ki. Halbuki çok endamlı, mavi maviş, göz dolduran bir köprü.Boydan boya geçiyoruz köprüden. Benim yumurta dediğim ünlü Gherkin de buradan güzel görünüyor. Kıyısında çimenler hala ıslak ama sıcacık taşın üstüne uzanmak ve köprüyü seyretmek çok keyifliydi.Fırat uyudu, Efe tabii ki durmadı, dans etti, rahatsız etti, ama çok tatlıydı ben de bol bol köprü manzaralı fotolarını çektim. Tower Bridge, kulelerine çıkamadım bağışla beni. Gunesi London Eye icinden London'i tepeden seyrederek batiriyoruz.Guzel zamanlama!
Ve Efe’nin 2. en beklediği an: Fulya’yla yalnız kalmak. Chicago müzikali için Fırat’la müzikalin olduğu yer, Leicester Square’deyiz.  Her yer yine dolu yine. Üstüne bir de tiyatro, müzikal, sinema kalabalığı ekle! Olimpiyat dolayısıyla inşaat halinde ama yine de beğendim bu meydanı.Tam ortada bir heykel var (sonradan Shakespeare oldugunu okuyorum), ağaçlarla gölgeli, etrafındaki çemberde sinemalar, klüp, restoran yok yok, başın dönüyo! Burada galalar, ödül törenleri vs. olurmuş. Celebrity başka yerde çıktı ama karşımıza.
Chicago müzikalini çok beğendik. Fulya ve Efe evde parti yaparken, biz kızlar, danslar, kıyafetler, canlı müzik 2 saat oturup seyrettik alemi. Bey arada bana şampanya alıp başta yaptığı şaşkınlığı unutturmak istedi J. Aaaa unuttum bak neydi, durbunu kullanmadan kaptirmisti galiba ;)
4. gün, büyük gün! Rammstein var akşamında. Ne yapalım Fulya ne kaldı! South Kensington ve Chelsea en lüks mahallelermiş. Güzel bir yerde hep beraber bol yumurtalı kahvaltı yaptık. Efe Fulya’ya bayıldı, bırakmak istemiyor. Bugün London’ın Mahmutpaşası diyebileceğim Camden Town’a gidicez. Bir sürü tişört, takıcı, cdci, değişik kıyafet satan mağazalar yan yana üst üste. Dükkanların kendisi zaten punk, ya bi ejderha bakıyo tepesinden, ya da bi ucak gecmiş içinden… Nehrin kenarında Fırat’ın rüyası gerçekleşiyor. Her yer sokakta yemek pişiren hint çin thai kaynıyor. Herkesin elinde bi plastik tabak  yiyolar. E tabii biz de.
Rammstein: Çok heyecanlıyız içeri girebilme konusunda ama Efe’ye çaktirmiyoruz. Efe Camden Town’dan aldıgı satanist tişörtüyle çok mutlu. O2 arena kocaman bir yer, yeme içme gani gani ama kulak tıkacı satan yer yok. Biz de aldık ama odada unuttuk uyuyunca. İçeri sorunsuz giriyoruz, biletçi sadece içerde çok yüksek ses olacak diyor Efeyi gösterip. Biliyoz yawrum! Kendime hemen bir Rammstein tişörtü hediye edip havaya giriyorum. Yer gösteren adam Efe için kendi kulak tıkacını verince İngilizleri bir kez daha seviyorum. Konser başlıyor. Nerden çıkacaklar diye bakınırken, tam altımızdan (biz balkonun en ön sırasında tepeden bakıyoruz) çıkıyorlar 6 adam bayraklarla. İnsan gibi değiller, çok etkileyici. Efe kitlenmiş vaziyette seyrediyor ben bi yandan ses için endişelenip kulak tıkacını kontrol ediyorum. Yerimiz süper, konser süper, tenk yu Fırat.
Cumartesi: Fulya bütün gün bizle heyooo. Borough markette gözümüz döndü. Sadece cumartesileri açıkmış bu market, mutlaka aç gidilmeli! Heeer türlü yeme içme marketi. Her türlü yiyecek hem satılıyo, hem gözünün önünde pişiriliyo yeniliyo. Paella, raklet, çorba, baklava ne ararsan var.  Efe ‘canım hamur istiyo’ deyince hemen bir italyanın önünde duruyoruz. Gnocciyi anında indiriyo midesine. Biz maalesef geç ve sıkı bir kahvaltı yaptığımız için aç değiliz. (hatta yanımıza paket aldıklarımızla da evsizleri doyurduk) Fulya bizi çok butik bir kahveye götürüyor.Monmouth! Bu kahve pişirme yöntemini ilk kez görüyorum. Bana böyle farklı mekan olsun, atmosfer olsun, konsept olsun. Hangi ülkenin kahvesini istiyosan seçiyosun, sana yapıyolar. Ben brasil içtim mis gibi.Yakınında meshur London Bridge var. Eminim çoğu Londonlı bilmiyodur hikayesini şarkısını bilmedikleri gibi. Şööle ki eskiden burada şimdiki gri metal düz köprünün tersine güzel bir köprü yasarmış. Ancak üstündeki araç trafiği artınca taşıyamaz hale gelmeye ve düşmeye başlamış. ( London bridge is falling down) Lakin o zamanın mayoru bu güzel köprüye kıyamamış, onu satmak istemis, yıkmak veya taslarıyla baska bi sey yapmak değil. Amacı köprüyü korumakmış. Köprüye talip Amerikalı bir yatırımcıdan gelmiş. Orcinal London Bridge şu anda Arizona’da turist akınına ugruyormuş.


London Bridge’e selam edip Thames boyunca yürüyoruz.Yolumuz üstünde Shakespeare’in The Globe’una selam ediyoruz. Nitekim artık sadece selam edecek kadar vaktimiz kaldı. Orijinal haliyle inşa edilen salonda oyun izlemek çok güzel olmalı diye düsündüm. Tam üşümeye başlamıştık ki Tate Modern’in bacası karşımıza çıktı. Tate Modern’de ne Dali’nin  istakozlu telefonunu ne de Rodin’in ‘Kiss’ heykelini gördük. Lakin en son katın muhteşem London manzaralı barında,  karşında St. Paul, aşağıda rengarenk kanoların geçtiği Thames;  bira ve cintonik icip güneşi batırmak sanatçı ruhumuzu fazlasıyla sevindirdi. Tam aşağıda Millenium köprüsü benim üstümden geçmeden ayrılma London’dan diyordu Efe’ye.  Güneş batmış, hava hafiften kararmıştı. Millenium köprüsünden yürüyerek karşıya geçerken önümde St. Paul kubbesi bembeyaz, arkamda Tate Modern uzun bacasıyla koyu, sağımda Tower Bridge ışıl ışıl, solumda ay parlak uğurladılar bizi. Böyle de güzel gönderilmez ki tenk yu London!